GİBİ
- Ahu Sıla Bayer

- 21 Ağu
- 2 dakikada okunur
“Gibi life” diye bir şeye özenmiş durumdayım. Bundan da yakın zamanda kolay kolay sıyrılacak gibi değilim.
Açıklayayım.
Arkadaşlarım bana ilk “Gibi diye bir dizi var, mutlaka izlemelisin” dediklerinde dizinin afişine bakıp biraz tiksindiğimi itiraf etmem gerekir. Ne münasebet ya? Benim gibi Heels dance’le uğraşan, fit, edebiyat çevirmeni, Boğaziçili akademisyen bir entelin; biri keltoş, öteki eprimiş kazaklar giyen, bir ötekisi peltek, üçü de her anlamda yağlı, kıllı ve göbekli adamların senaryosunu yazıp oynadıkları diziyle ne alakası olabilirdi ki?
Ikına sıkına bütün önyargılarımı aşıp Kokariç başlıklı ilk bölümü izlediğimde başka hiçbir şey izleyemez oldum. Bir şeyi “öylesine” beğenip de geçebilen, nedenini sorgulamadan “sevdim işte” diyebilen biri olmadığım için, neyin beni bu kadar çok içine çektiğini analiz ederken buldum kendimi. Analizimin sonucu olarak 3 maddeye ulaştım.
Zamansızlık. Dizinin sanat yönetimini ayakta alkışlıyorum. Dizide zaman yok. Ellerindeki akılı telefonlara rağmen karakterlerin hayat tarzları bizde şu izlenimi uyandırıyor: dizinin geçtiği zaman 80’ler de olabilir, 90’lar da, bugün de. İstanbul’un Anadolu yakasında kentsel dönüşümün çarkından henüz geçmemiş bir büyükanne evinde zamanın izi sürülemez ne de olsa. Dairenin dört bir yanı gerekli/gereksiz dolaplarla çevrilidir; geriye kalan bütün duvarlar ya dolaplarla birebir aynı malzemeden ahşap lambiri ile ya da duvar kağıdıyla kaplıdır. Yemek masası örtüsü dantellidir, örtü zarar görmesin diye masanın yarısına muşamba örtü örtülmüş, özenle içe doğru ikiye katlanmıştır. Abajurlar saçaklı, solgun nevresimler çiçekli, ocak yağlı, sehpalar iki katlı, tablolar karanlıktır.
Zamansızlık. Adamların hiçbir yere yetişme derdi yoktur: toplantı gündemleri, termin tarihleri, süreli yayınları, işe alım süreçleri… hepsi hak getire. Ahmet Hamdi, “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpâre, geniş bir ânın / Parçalanmaz akışında” derken adeta Yılmaz, İlkkan ve Ersoy’u anlatmıştır. Sonsuz bir anda salınırlar, bizim kuşağın çok iyi bildiği, sabah 3’lere 4’lere kadar süren muhabbetlerin, sabah 11’de başlayıp, üst üste çay demleye demleye güneş batıncaya kadar süren soluksuz kahvaltıların, konuşmaktan ve gülmekten başımızın ağrıdığı, konu tükenmediği için bir türlü zıbarıp yatamadığımız ve ertesi sabah uykusuz okula ya da işe giderken birbirimize sövmek için whatsapp’i ya da mobil aramaları kullanamadığımız, “o son bilmem ne’yi içmeyecektik” lafını 559C halk otobüsünde içimize içimize söylediğimiz bir dünyanın zamansızlığında salınır, savrulur, ama en çok da otururlar.
Zamansızlık. Bu 3 karakterin ne zaman ne şekilde hayatımıza dahil olacaklarını bilemiyor olmamız da onları “zamansız” kılar. Çok acayip, uygun olmayan durumlarda zamansızca karşımıza çıkabilirler. Okul müsamereleri, erotik shop’lar, satranç turnuvaları, tarot kartı ve spiritüel danışmanlık seansları, Monopoly oyunu, psikanaliz odası, apartman yönetim toplantısı, araba galerileri, sanat galerileri, yıkılmak üzere olan evlerden bozma parti mekanları, düğün salonları, cenazeler, tarihin tozlu sayfaları, geçmişin karanlık suları…. Gibi’deki karakterlerin ağzından dökülen eşsiz repliklerin her an patlatılabileceği mekanlara dönüşmüştür artık. “Inside joke” dediğimiz bu replikler, uzun yıllara yayılan dostlukların en güzel tarafı değil de nedir? Kankamızla parolamız olur bu şakalar, zamansızca hafızalarımızdan fırlar düşer önümüze. O şakayı yapmadan duramaz, o lafı etmeden yaşayamaz, bütün pisliklerine küfür küffarına rağmen Yılmaz gibi Allahın belası dostlarımızdan vazgeçemeyiz.
Çok şanslıyım ki analog bir dönemi yaşadık, bu sonsuzluğun ve zamansızlığın ne demek olduğunu anlayabiliyoruz. Evinin bir köşesinde hâlâ bir radyosu ya da kasetçaları olanlar bilir: Radyo 3’te sabahlar önce biraz cızırtıyla ama bir iki anten müdahalesi sonucu Barok esintileriyle başlar.





Yorumlar